/* BURADAN */ /* BURAYA */

Sayfalar

29 Nisan 2015

KANAL PROJESİ VE BOR MADENİ


İkinci El Araç Alım Satımında Kulanılan Test Cihazları Hakkında Bilgi Almak isterseniz burayı tıklayın.



T C Bülent Ergün
19 Haziran 2013 ·


LÜTFEN İKİ DAKİKANIZI AYIRIP OKUYUN.
ÇOK ÖNEMLİ OKUYUN VE PAYLAŞIN HERKES BİLGİ SAHİBİ OLSUN
KANAL İSTANBUL TEZGAHINA UYANIN! UYANDIRIN!
VE LÜTFEN ARTIK İHANETE KARŞI AYAĞA KALKIN!
Sağcısı, solcusu, dindarı, milliyetçisi,Ulusalcısı her ne isen, tek kalan ortak noktamız olan ülkeni eğer seviyorsan bu yazıyı okumak için 2 dakikanızı ayırın.

· TRAKYA'NIN ALTI PETROL VE DOĞAL GAZ KAYNIYOR.
· YAP İŞLET DEVRET MODELİ İLE "İSTANBUL KANAL PROJESİNİ" ALACAK FİRMA TÜM TRAKYA'YA HÂKİM OLACAK.
· HERKES TOPRAKLARINI SATACAK.
· TRAKYA'NIN ASYA İLE BAĞLANTISINI KESECEKLER (çünkü kanal ile Avrupa Yakası ayrılmış olacak).
· BU PROJE EMPERYALİSTLERİN TRAKYA'YI TÜRKİYE'DEN KOPARMA PROJESİDİR.
· HERKES AKLINI BAŞINA TOPLASIN...
· AYNI OYUN GÜNEYDOĞU'DA MAYINLI ARAZİDE YAPILMAK İSTENDİ (Ancak, oluşturulan duyarlı Kamuoyu yüzünden hükümet geri adım atmıştı) ....
· ŞİMDİ İSTANBUL KANAL İLE TÜRK MİLLETİNİN ELİNDEN TRAKYA ALINACAK.
· YABANCILARA 49 YILLIĞINA DEVREDİLECEK...

· UYANMANIN VAKTİ GELDİ

· TÜRK ORDUSUNU DA "BAK, HAVADA KUŞ VAR!" DİYE BAŞKA YÖNE YÖNLENDİRDİLER.
· ONLAR PKK İLE UĞRAŞIRKEN TÜRKİYE TOPRAKLARI ELDEN ÇIKARILACAK.
· 49 YILLIĞINA VERİLECEK.
· KIBRIS DA İNGİLTERE'YE 49 YILLIĞINA VERİLMİŞTİ, HALA PROBLEM YAŞANIYOR.
· ELİMİZDEN AYNI YÖNTEMLE ALINMIŞTI.
VATANINI SEVEN HERKESE GÖNDERELİM...
HEPİNİZİN BİLDİĞİ GİBİ ETİBANK ÖZELLEŞTİRİLECEK... VE BOR İŞLETMELERİ ETİBANK BÜNYESİNDE. (ALICISI DA HAZIR, ABD KONULAN FİYAT 40 MİLYON $.
· ASIL DEĞERİ 9 (DOKUZ) TRİLYON DOLAR, DİKKAT EDİNİZ 9 MİLYAR VEYA 9 MİLYON DEĞİL 9 TRİLYON DOLAR... ?

İŞTE BURASI ÇOK ÖNEMLİ...
Bor'la çalışan araba üretildi. Maliyeti 200 TL olan 1 kg bor ile 19 000 km yol yapabiliyor (1100 kg oto, 100 km sabit hızla giderse).Bu demek oluyor ki PETROLE son!
Batılı ülkeler bor işletmeciliğinin kansere yol açtığını iddia ederek BOR madeninden soğutma çabası içindeler.
Oysa bu mucize maden, kanser tedavisinde de şu an kullanılmaktadır.
Türkiye kıskaçta.
Arabayı bor madeniyle çalıştıracak patentli 600 proje olduğu ortaya çıktı!
TÜRKİYE, Dünyada bor rezervinin yüzde 73`üne (% 73) sahip ve Türkiye GELECEĞİN DUBAİSİ'dir!
Ve uluslararası “teröristler” Türkiye uyanmadan bu kaynağı ele geçirmeyi planlıyor.
Bu e-postayı çoklu yollayarak en azından bir toplum bilinci oluşmasına yardım edebiliriz...

LÜTFEN BİR DAHA OKUYUN VE HERKESE İLETİN... YAŞADIĞIN DÜNYAYI SORGULAYAMIYORSAN, BARİ ÜLKENİ SORGULA...

TMMOB
ÇEVRE MÜHENDİSLERİ ODASI
İSTANBUL ŞUBESİ

28 Nisan 2015

2015 Yılında Facebook’u Terk Etmek İçin 6 Geçerli Sebep

Tam 10 yıl boyunca okulda hiç sevmediğimiz, karşı karşıya gelip konuşmadığımız insanları arkadaş listemize ekledik. Facebook üzerinde hayatımızın çoğunu ‘gibi yaparak’ geçirdik. Yalandan mutluluklar paylaştık, felaket haberlerinin altına ‘like’ attık. Yemek masalarımızda kallavi hesap öderken çekilmiş resimlerden tutun, ilişki durumlarımızı, politik görüşlerimizi, en sevdiğimiz her şeyimizi, hatta sevdiklerimizin her şeyini bile buradan paylaşıp durduk. Hem de bıkmadan ve usanmadan. Psikologlar artık buna bir son vermemiz gerektiğini düşünüyorlar. Bunu için oldukça geçerli 6 sebep de öne sürüyorlar. 

Bizi her geçen gün gerçek hayattan uzaklaştırdığı iddia edilen Facebook için psikologlar "zararlı" olduğu görüşünde birleşiyor. Yol yakınken bu sene Facebook’u bırakmamızı öneriyorlar. İşte sebepleri.

1- Zamanımızı boşa geçiriyormuşuz
Normal bir Facebook kullanıcısının günde 20 dakikası Facebook’da geçiyormuş. Çok daha aktif olan kullanıcılarda bu yaklaşık 1 saate kadar çıkarken, Facebook’u hiç kapatmayanlarımız da varmış. Biz normal kullınıcılardan yola çıkılan araştırmayı baz alalım. 10 yıldır aktif olan bir site için günde 20 dakika harcamak bu süre içinde hayatımızın 40 gününü Facebook’a verdiğimiz anlamına geliyormuş. Bir saat geçirenlerde bu süre 150 güne çıkıyormuş. Hiç kapatmayanları zaten hesaplamaya gerek yokmuş. Psikologlar bu boşa geçen zamanda son derece faydalı başka bir şeyler yapabileceğimizi savunuyor. 

Zamanımızı boşa geçiriyormuşuz

2- Facebook bizi pazarlamacı gibi kullanıyormuş
Evet, böyle bir iddia var. Facebook üzerinden beğendiğimiz, kullandığımız ürünlerin hemen hepsi Facebook reklam vereniymiş. Dünya üzerinde 100 milyona yakın irili ufaklı kuruluş, Facebook ile ilintili çalışıyormuş. Biz bu ürünleri başkalarıyla paylaştıkça Facebook para kazanıyormuş. Bu noktada gerçekten pazarlamacı oluyormuşuz. Öte yandan, her hangi bir e-ticaret sitesinden alışveriş yaptığımızda, Facebook’un söz konusu sitedeki ‘çerezleri’ bizi takip ediyomuş. Böylelikle Facebook üzerindeki arkadaşlarımıza da o sitelerin ulaşmasını sağlıyormuşuz. 

3- Sağlığımıza son derece zararlıymış
Facebook sadece acınası yaşam kriterlerimizi bambaşkaymış gibi göstermeye çalışmamıza destek olmuyor, sağlığımızı da bozuyormuş. Hormon dengemizi alt üst ediyor, stres katsayımızı artırıyor ve sağlıklı yiyecekler tüketmemeye teşvik ediyormuş. Fazla başında oturmaktan yiyecekleri iyi sindiremediğimizden dolayı obezite tehlikesi de yaratıyormuş. Yaratıcılığımızı öldürüyor ve tembelliğe sürüklüyormuş. Ha bir de, uyku düzenimizi bozuyormuş. Yatağa bile mobil cihazlarımızda bulunan Facebook’la giriyormuşuz. 

Sağlığımıza son derece zararlıymış

4- Tanımadığımı insanlarla kendimizi kandırıyormuşuz
Psikologlar soruyor. Facebook arkadaş listemizdeki birkaç yüz kişiyi ne kadar tanıyormuşuz? Bu insanları hiç tanımadığımız halde neden arkadaş listemizdelermiş? Çünkü Facebook gizli bir rekabeti körüklüyormuş. Devamlı oradaki rakamın artması bizi rahatlatıyor ve mutlu ediyormuş. Üstelik bu insanlara güvenmek bir tarafa, hiçbir alıp vereceğimiz olmaması güvenlik sorunlarına davet çıkarıyormuş. Gerçek hayattaki arkadaş sayımızı bile unutabiliyor, Facebook profilindeki o yüz bilmem kaç kişiyi gerçek sanarak yanılsamalar yaşıyormuşuz.

5- Kişisel sırlarımızı ortaya döküyor bundan hiç çekinmiyormuşuz
Her gittiğimiz yerden bir resim, bir yazı paylaşarak, tüm kişiliğimizi ve hakkımızdaki her şeyi bu doğru dürüst tanımadığımız insanlarla paylaşmak hiç akıllıca değilmiş. Bu insanlardan zarar da gelebilirmiş. Bu insanlar bize ve arkadaşlarımıza kötülük yapacak bir yapıda olabilirlermiş. Sonuçta bu insanları gerçekten tanımadığımız için riskleri de bilemezmişiz. Bu riski almakla sadece kendimizi değil, gerçek tanıdıklarımızı da tehlikeye atıyor olabilirmişiz. 

6- Paylaştığımız hiçbir şeyin önemi yokmuş
Evet, böyle diyorlar. Çünkü kimse bir başkasının ne paylaştığına değil, kendisinin ne kadar farklı bir şey paylaştığına önem veriyormuş. Gerçekten ne yaptığımızla ilgilenen insan sayısı iki elin parmaklarını geçmeyebilirmiş. Üstelik Facebook paylaşımları çığ gibi büyüdüğünden, paylaşımları insanların zamanında görmesi de pek mümkün değilmiş. Bu yüzden geç fark edilen paylaşımların bir faydası da olmuyormuş.

Paylaştığımız hiçbir şeyin önemi yokmuş

Psikologlar kendimizi son derece sosyal hissettiğimiz bu mecrada kıskançlık, sinir bozukluğu, ilişki zedelenmeleri ve ihanet gibi olaylar yaşadığımızı da söylüyorlar. Aslında savundukları Facebook'un bizi dijital bir yalnızlığa sürüklediği. Bu yüzden gerçek sosyal yaşamdan uzaklaşarak Facebook arkasına "saklanmanın" doğru bir davranış olmadığını söylüyorlar. Kararı vermek bize kalmış.

BALKANLARDA UNUTULAN TÜRK SOYKIRIMI


Balkanlarda Balkan Savaşında işgal edilen bölgelerdeki Müslümanların savaştan önceki ve sonraki nüfusları ele alındığında, 100 yıldır görmezden gelinen büyük bir insanlık suçu ortaya çıkar.Osmanlı'nın 1906 yılı nüfus istatistiklerine göre Makedonya'da 1 milyon Türk, 750 bin de Arnavut olmak üzere toplam 1 milyon 750 bin Müslüman (Selanik'te 485 bin, Kosova'da 752 bin, Manastır'da 460 bin). Ulahlar ve Sırplar da dahil olmak üzere 627 bin Rum, 575 bin Bulgar, 200 bin civarında da Yahudi, Ermeni, Katolik ve Protestan bulunuyordu. Avrupalı kaynaklar da Müslümanları 1 milyon 200 bin ila 1 milyon 500 bin arasında gösteriyordu. Ama Avrupalılar, Hıristiyanların toplam nüfusunu biraz daha fazla göstermeye gayret ediyorlardı.Balkan Savaşları'ndan önceki nüfus hareketlerini de hesaba katan McCarthy, yeni göçlerle 1911'de Makedonya'yı oluşturan üç vilayette (Kosova, Manastır ve Selanik) Müslümanların iki milyona ulaştığını söylüyor. Osmanlı Rumeli'sindeki diğer Müslümanların sayısının da (Edirne vilayetinde 760 bin, Yanya vilayetinde 245 bin, İşkodra vilayetinde 218 bin olmak üzere) 1 milyon 223 bin olduğunu hesap ediyor. Buna göre Balkan Savaşlarından önce Osmanlı Avrupa'sı denen Rumeli topraklarında (Arnavutluk ve Bosna Hersek hariç) toplam 3 milyon 242 bin Müslüman (Türk,Arnavut,Boşnak,Pomak,Çerkez) yaşıyordu. Bulgarların sayısı 1 milyon 220 bin (Makedon ve Sırplar, Bulgar nüfusu içinde sayılıyor), Rumların ise 1 milyon 558 bin idi. Müslümanlar tek tek her vilayette ve bölgenin tamamında mutlak çoğunluğu ellerinde tutuyorlardı. Savaşla birlikte Edirne vilayeti dahil Osmanlı toprakları tamamen işgal edildi. Daha sonra Osmanlılar Edirne'yi kurtardı ve buradaki Bulgarlarla, Bulgaristan'da kalan Türklerin bir kısmı mübadele edildi. 1911 yılı istatistiklerine göre hesaplandığında Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan tarafından işgal edilen bölgelerde bulunması gereken Müslüman nüfus 2 milyon 315 bindi.Savaşın başladığı 1912 yılından itibaren Osmanlı topraklarına (Anadolu ve Trakya'ya) sağ salim ulaşabilmiş sürgün sayısı 413 bin 922 kişiydi. Türk-Yunan mübadelesi gereğince, 1921-1926 yılları arasında gelen göçmen sayısı da 398 bin 849 idi. Bu da Balkanlar'dan Türkiye'ye 1912'den 1926'ya kadar toplam 812 bin kişinin ulaştığını gösteriyordu. Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan'da 1920'li yıllarda yapılan sayımlar ise buralarda kalan Müslüman sayısını 870 bin olarak veriyordu. Bunlar, Türkiye'ye sığınanlarla birlikte 1 milyon 682 bine ancak ulaşıyordu. Bu savaştan önceki miktardan (2milyon 315 bin) düşüldüğünde 632 bin kişinin kayıp olduğu ortaya çıkıyordu. Kayıpların tümünün katledildiği, açlık ve hastalıklara kurban gittiği kesindi. Savaşlarda ölen, esirken öldürülen on binlerce asker ile devlet görevlisi olduğu için Balkan nüfusundan sayılmayan binlerce kişi bu sayılara dahil değildi.Sonuçta Balkanlar'daki Müslüman nüfusunun yüzde 35'i sürülmüş, yüzde 27'si kıyıma uğramıştı. Kalanlar artık azınlıktaydı. ''Irklar Savaşı'' meyvesini vermiş, yüz yıla yayılan etnik temizlik hareketi sonucunda Türkler, Balkanlar'ın hayatından tart edilmişti.TÜRKİYE'YE VE TÜRKLERE DE BUNU KABULLENMEK DÜŞMÜŞTÜ. Hayır, kabullenmek de yetmemişti. UNUTMAK gerekmişti. Trakya'dan Anadolu'nun en ücra köşelerine kadar yayılan göçmen köylerinin, kasaba ve şehirlerinin; o şehirlerdeki göçmen mahallelerinin, konusu sürgün ölüm olan pis bir oyunun hazin dekorları olduğu hatırlanmak dahi istenmemişti.Balkanlar'ı gezenler, Balkanlar üzerine yazanlar, SÖZÜM ONA ANADOLU'DAKİ SOYKIRIMLARIN ÇETELESİNİ TUTANLAR, bir kez olsun, bir zamanlar Balkanlar'ın çoğunluk nüfusunu oluşturan Türklere ne olduğunu sormadılar.Vicdanlı bir kalem, temiz bir kalp, kirlenmemiş bir beyin; LEON TROÇKİ bundan 96 yıl önce, ''kültürden nasibini almış her insanın, hissetme ve düşünme aczi yaşamayan herkesin tüylerini ürpertecek, midesini bulandıracak suçları'' bir bir sıraladı ve haykırdı: ''Nerdeler şimdi? O binlerce yaralı Türk nerede? Onlara ne oldu? Onları ne yaptınız? Bize bu soruların cevabını verin!''Bu soruya kimse cevap vermedi. Ne yazık, o gün bugündür bir daha kimse sormadı
Balkan Savaşlarında Batıda Sırpların, kuzeyde Bulgarların, güneyde Yunanlıların genişleyerek kendi sınırlarına kattığı Makedonya ve ötede Trakya bir cehenneme dönmüştü. İngiliz konsolosluk raporlarından birinde, ‘’Hiç abartmaya düşmeden denilebilir ki, Kavala ve Drama yörelerinde Bulgar komitacılarının ve yerel Hıristiyan halkın elinden çile çekmemiş tek bir Türk köyü bile yok gibidir. Çoğunda düzinelerle erkek kıyımdan geçirilmiştir, ırza geçmeler ve talan etmeler olmuştur’’ diye yazılmıştı. Bulgarlar, Rainovo, Kilkis ve Plantza’da Türkleri toplu halde yakma yoluyla infaz etmişlerdi. Rodop mıntıkasında Pomak köyleri ‘’insanları ve hayvanlarıyla birlikte’’ top ateşine tutularak yok edilmişti. Dimotike’de ‘’silahsız Türkleri nehre atıp yaban ördeklerine ateş eder’’ gibi avlamışlardı. Mustafapaşa’da hayat bir ‘’şeytan oyununa’’ dönüşmüştü. Makedonya Lejyonu denen katiller çetesinin geçtiği her yerde, örneğin Tırnova’da, Kırcali’de, kadını ve erkeğiyle Müslümanlar ‘’boğazları kesilmiş’’ olarak yatıyorlardı. ‘’Türk çocuklarının cesetleri de … o kurtarıcı lejyonun muzaffer yolu’’nu işaretliyordu.Troçki, Bulgar ordularına esir düşen ya da savaş meydanlarında yaralı ele geçirilen Türk askerlerinin de katledildiğini duyurmuştu. Sadece Bulgar askerlerince değil, görevi yaralılara yardım etmek olan sıhhiyecilerin de bu suça katıldığını belirterek, ‘’Kastettiğim… Bulgar komutanlarının emriyle, savaş meydanlarındaki yaralı Türklerin süngülenerek veya hançerlenerek soğukkanlı bir şekilde öldürülmesinden başka bir şey değil. Birçok yaralı Bulgar askeri, bana üzerlerine kalkan süngüleri dehşet içinde seyreden o silahsız adamların nasıl katledildiğini, gözlerini benden kaçırarak anlattı’’ diye yazmıştı. Yunanlılar ise örneğin, ‘’Pravişta kazasında Türkleri toplayıp Kasrub Çayı’nın yatağına götürdüler, hepsini öldürdüler ve cenazeleri, orada becerdikleri işin tanığı olarak bıraktılar’’. Doyran, Gevgili ilçelerinin tüm kapsamında hemen hemen bütün ileri gelen Müslümanları öldürdüler. Yanya’da, Arnavutluk’un güneyinde Yunanlıların giriştiği kıyım ve yağma olayları, köylerin yakılması konsoloslarca rapor edilmişti. Gene de Yunanlılar hakkındaki suç dosyasının, diğerleri kadar kabarık olmamasının bir nedeni, savaşı izleyen gözlemci ve gazetecilerin çoğunun ‘’Hellen aşığı’’ olmasıydı. Diğer bir nedense, işgal altındaki Arnavut topraklarının gazetecilerce tercih edilmemesiydi. Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün adlı yapıtında, Bulgar ve Yunan işgali altındaki bölgelerde yaşanan olayları tek tek anlatıyor. Trakya’dan geçen demiryolu boyunca tüm köy, kasaba ve kentlerin tamamen talan edilip yakıldığını, kaçamayan Türklerin öldürüldüğünü anlatıyor. Dedeağaç, Tekirdağ, Kırklareli, Edirne; Çatalca’ya kadar bütün Trakya bu öldürme ve talandan paylarını almıştı. Ama Gümülcine, Kavala’da, Serez’de, Ustrumca’da öldürülenlerin sayısı hesapsızdı. Örneğin Kavala’da yerliler hariç, buraya sığınmış yedi bin muhacir katledilmişti. Serez’de öldürülenler beş bin kadardı.Manastır en talihsiziydi. İngiliz Konsolos Greig durumu rapor etmişti: ‘’Yalnız Müslümanların yaşadığı köylerin yaklaşık %80’i ve karışık nüfuslu köylerin Müslüman kesimleri, Manastır kazalarından Kirçevo, Florina, Serfiçe, Kialar, Kozan, Elassona, Grevena, Neseliç ve Kastoria’da her yer talan edilmiş veya bütünüyle yakılıp yıkılmıştır.’’Bütün bu bölgelerde savaştan önce Müslümanlar çoğunluktaydı. Savaşla birlikte bu nüfusun kimi yerde tamamı, kimi yerde de çoğu yok olmuştu; bir kısmı göç etmişti, bir kısmı da katliama uğramıştı. Bütün bu suçlar, Birinci Balkan Savaşı (Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan ve Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’ne karşı) bitip de İkinci Balkan Savaşı (Makedonya’nın bölüşülememesi yüzünden bu ülkelerin birbirine karşı giriştiği savaş) başlayınca ortaya çıktı. Yunanlılar Bulgarların, Bulgarlar Yunanlıların suçlarını sayıp dökmeye başladılar. Bazı Avrupa ülkelerinin gazeteleri Yunan taraftarı olarak Bulgar zulümlerini anlatırken Bulgar yanlısı Rus gazeteleri Yunan dehşetini tefrika ettiler. Dünya ‘’zavallı Türklerin’’ başına gelenlerin bir kısmını bu sayede öğrendi.Örneğin Bulgar yanlıları bildirdiler ki, Türkler Selanik’i Yunanlılara değil de Bulgarlara teslim etseydi, o feci olayları yaşamazlardı. Yunanlılar Selanik’i bir protokol ile savaşsız ele geçirmişti. Protokolde Selanik’teki Türklerin ve savaş boyunca buraya doluşmuş on binlerce sığıntının hayatları garanti edilmiş, talan ve yağmaya göz yumulmayacağı taahhüt edilmişti. Tam tersi oldu. Türklerin ve bu arada Yahudilerin ne canı ne de malı korundu. Koca şehir teröre teslim edildi. ‘’Büyük karışıklık ve katliam başladı. Epey Müslüman ve Musevi hayatlarını kaybettiler.’’ Bir Alman gazeteci, SELANİK’İN FETHİNİ şöyle duyurdu: ‘’SELANİK’TEKİ AYASOFYA CAMİİ ÜZERİNDE HAÇ YÜKSELİYOR YENİDEN. YENİ FATİHLER HAÇI DİKTİLER; AMA HANİ NEREDE HIRİSTİYANLIK VE İNSANLIK BELİRTİLERİ? TALAN, KATLİAM, IRZA GEÇME, KORKUNÇ ORANLARA YÜKSELDİ. ÇETELER CİVAR KÖYLERDEKİ MÜSLÜMANLARA YAPMADIKLARINI KOYMADILAR. ÇOK SAYIDA GÖÇMEN AÇLIKTAN YA DA SÜNGÜYLE ÖLDÜ. YUNANLILARIN BESLEMEYİ TAAHHÜT ETTİKLERİ SİLAHTAN TECRİT EDİLMİŞ OSMANLI ASKERLERİNDEN ÇOĞU KEZA AÇLIKTAN ÖLDÜ.’’ Belirtmek gerekir ki, teslim olan Osmanlı askerlerinin sayısı yaklaşık 25 bindi. Times muhabiri de ‘’Yunanistan’ın zaferini ne yazık ki fazla takdir edemiyoruz’’ diyerek olanları özetlemişti. Bütün bu cinayetler işlenirken İngiliz ve Fransız donanması Selanik Körfezi’nde demirliydi ve olanı biteni izlemekle yetinmişlerdi.
MORA’DA TÜRK SOYKIRIMI VE YUNANİSTAN’IN DOĞUMU

1800’lü yılların başında, bugünkü Yunanistan’ın güney ucunda, Mora Yarımadası’nda kin ve düşmanlığın çığlığı yükselene kadar:’’Hıristiyanlara huzur! Konsoloslara saygı! Türklere ölüm!’’ Balkanlar’ın Türklerden temizlenmesine dönük ilk hareket Yunan başpiskoposunun tarihe armağan ettiği bu sloganla başladı. Mora’da başlayan 1821 isyanı, buradaki Türklerin toptan katline dönüştü ve tüm Balkan ülkelerine model oldu. BU İSYAN HALA BATI DERS KİTAPLARI VE KAYNAKLARINDA SADECE YUNANLILARIN TÜRK YÖNETİMİNE KARŞI KAHRAMANCA İSYANI VE BAĞIMSIZLIK HAREKETİ OLARAK GÖSTERİLİR.Model şuydu:’’Bağımsız bir Yunanistan yaratma amacına uzanan yolda Türkler, bir engel olarak görülmekte idiler.’’ Buradaki Türk varlığı, Osmanlı müdahalesi için bahane oluşturabilir ve Türkler doğal olarak Osmanlı’ya bağlılık duyarlar diye varsayıyorlardı. ‘’Çare, kökten kazıyıp yok etme idi.’’ Nitekim Mora’daki (o zamanki Yunanistan sadece Mora Yarımadası’nı kapsıyordu) ayaklanma, doğrudan sivil Türkleri hedef aldı. O sırada Mora’da 30 bine yakın Türk yaşıyordu. İki ay içinde çoğu kıyımdan geçirildi. Yunan ayaklanmasını anlattığı 1861 tarihli kitabında George Finlay, şunları yazdı:’’Adamlar, kadınlar ve çocuklar hiç acımadan ve sonra da pişmanlık duyulmadan öldürüldüler. Yaşlılar hala taş yığınlarını parmakla gösterip, gezginlere, ‘işte şurada Ali Ağa’nın kulesi vardı; burada hem onu, hem eşlerini ve hizmetkârlarını öldürdük’ diye anlatırlar. Ve bunu anlatan yaşlı adam, yolu üzerinde bir öç alıcı meleğin bekliyor olabileceğini aklına bile getirmeden, bir zamanlar Ali Ağa’nın olan tarlaları sürmek için yürür gider. İşlenen suç bir ulusun suçu idi…’’ Finlay’i bu denli dehşete düşüren şey, savaş ya da isyanlarda görülecek türden öldürmeler değildi. Yunan çeteci ve köylülerin, düpedüz karşılaştıkları her Türk’ü çocuk, kadın, yaşlı, hasta demeden doğramalarıydı. Kasabalar basılıyor, Türkler toplanıp ‘’bir dere yatağına’’ ya da uygun bir yere götürülüyor ve orada katlediliyorlardı. Alison Phillips 1897’de yayımlanan kitabında katliamın boyutlarını şöyle anlattı:’’Her yerde daha önceden kararlaştırılmış bir işareti almış gibi, köylüler ayaklanmakta ve yakalayabildikleri bütün Türkleri, erkeğiyle, kadınıyla, çocuklarıyla kıyımdan geçirmek idi. ‘Hiçbir Türk kalmayacak! Ne Mora’da, ne dünyada’; ağızdan ağza dolaşarak bir kökten kazıma savaşının başlangıcını ilan eden şarkı böyle diyordu…Ayaklanmanın patlak vermesinden sonraki üç hafta içinde, kentlere kaçabilenler dışında, bir tek Müslüman bırakılmamıştı. Amerikalı tarihçi Justin McCarthy, ÖLÜM VE SÜRGÜN adlı kitabında, öldürülen Türklerin 25 bin kişi olduğunu yazdı. Burada ölenlerin sayısından daha önemli olan, bunun bir arındırma politikası olması ve Balkanlar’ın tarihine damgasını vurmasıydı.Olayların Osmanlı başkentindeki yankıları yakıcıydı. Katliamlar karşısında halkın kapıldığı infial ve öfke o denli büyüktü ki, İstanbul’daki Rumlara karşı her an misilleme hareketleri başlayabilirdi. Padişah Mahmud da öfkesini dizginleyemeyenlerdendi. Kayseri, Edirne, Tarabya, Edremit piskoposları ile İstanbul’daki patrik Gregorius’un idam fermanını verdi. Ortodoksların davranışlarından patrik sorumlu tutulmuştu. Patrik, Fener’deki patrikhanenin ‘’Orta Kapı’’sında asıldı ve yaftası göğsünde üç gün teşhir edildi. (O kapı o gün bugündür kapalı tutuluyor.)Öte yandan, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa komutasındaki ordu, Mora’ya çıktı. İsyan kısa zamanda ve şiddetle bastırıldı. Ama işte tam da bu anda, Batılı devletler müdahale çarkını işletti. İsyana sevk ettikleri, destekleyip yönlendirdikleri Yunanistan’ın daha doğmadan ölmesine izin veremezlerdi. Ordularını Mora’dan çekmesi için Osmanlı’ya yönelen baskı ve tehditler işe yaramayınca, dünya askerlik tarihinin en utanç duyulacak saldırısını gerçekleştirdiler. İngiliz, Fransız ve Rus gemileri, Navarin’de demirli bulunan Osmanlı-Mısır donanmasını, savaş ilanına gerek duymadan topa tuttu; savaş hali olmadığı ve herhangi bir saldırı beklemediği için müttefik gemilerinin gelişini seyretmekle yetinen 57 Osmanlı gemisi batırıldı. Sekiz bin denizci oracıkta öldürüldü. Fransa, denizcilik tarihine ‘’şanlı bir zafer’’ yazdıklarını açıkladı. İngilizler temkinliydi; bir yanlışlık olmuş gibi davrandılar. Osmanlı’nın Mora’dan çekilmesi için bu da yeterli olmadı. Bu kez İbrahim Paşa üzerindeki baskılar artırıldı. Sonunda İbrahim Paşa ikna edildi ve isyanı bastıran ordu Mora’dan çekildi. Osmanlı hala Yunanistan’ın bağımsızlığını kabul etmiyordu. Artık tek yol kalmıştı: Savaş. Rusya’nın saldırısı(1828) bu koşullar altında başladı ve Osmanlı’nın yenilgisiyle sonuçlandı. Edirne Antlaşması’nın imzalanması Yunanistan’a bağımsızlık, Sırbistan’a da özerklik getirdi. Osmanlı’dan koparılan bu ilk ülkenin kralı da Almanya’dan geldi; BAVYERA PRENSİ OTTO, beyaz bir atın üzerinde muzaffer bir komutan gibi Atina’ya girdi. Antlaşmada adına ‘’bağdaşmazlık ilkesi’’ denen yeni bir anlayış da yüzünü gösterdi: Buna göre, ‘çatışmaları önlemek için ‘’Mora’daki Türklerin çıkarılması öngörüldü. Özerkleştirilen Sırbistan’daki Türklerin de, Belgrad ve bir iki kale hariç ülkeden sürüldüler. BALKANLAR’I KANA BOĞACAK, İLERİDE MÜDAHALEYE GEREKÇE OLUŞTURACAK OLAN DA İŞTE BU BATILI İLKEYDİ. BAĞIMSIZLIK FİTİLİNİ TUTUŞTURAN HER BALKAN HALKINA, AYNI TOPRAKLARI PAYLAŞAN TÜRK VE MÜSLÜMANLARI SÜRME, GEREKİRSE YOK ETME İŞARETİ VERİLMİŞTİ.
93 HARBİ VE RUSLARIN YAPTIĞI TÜRK SOYKIRIMI

TARİHİMİZE 93 HARBİ DİYE GEÇEN BU SAVAŞ, BALKANLAR’DA SİVİLLERİN DOĞRUDAN HEDEF ALINDIĞI İLK SAVAŞTI. Mesele toprak kayıplarının çok ötesindeydi. Kaybedilen topraklarda ve sonradan Bulgaristan olacak ülkede yaşayan Türkler, toptan kıyıma ve sürgüne tabi tutulmuşlardı. Bir milyonun üzerinde insan sürgünlerin önünde yollara düşmüş ve bunların yüz binlercesi can vermişti. Bulgaristan, Türklerin en yoğun yaşadıkları Balkan ülkesiydi. Savaştan önce, yani 1877’de, sonradan Bulgaristan olacak Tuna Vilayeti ile Edirne vilayetinin Filibe ve İslimye sancaklarında yaşayan Türklerin (aralarında Çerkezlerde vardı) sayısı 1 milyon 500 ila 1 milyon 700 bin civarındaydı ve toplam nüfusun yarıya yakınını oluşturuyordu. Bulgarların sayısı kimi kaynaklara göre Türklerden biraz daha az, kimine göre biraz daha fazlaydı. Osmanlı, Rus, İngiliz, Fransız kaynakları her iki halkın nüfusunun aşağı yukarı aynı olduğunda birleşiyordu. Tarihçi Justin McCarthy, Türk nüfusunun 1 milyon 500 bin olduğunu söylüyor. Nüfusla ilgili kaynakları değerlendiren Ömer Turan ise savaştan önce Bulgar olmayanların (1 milyon 949 bin), Bulgarlardan (1 milyon 793 bin) daha çok olduğunu, Bulgar olmayanların yüzde doksanını da Türklerin oluşturduğunu söylüyor: Buna göre, Türkler 1 milyon 600 bin civarındaydı. Rum, Ulah, Yahudi, Ermeni gibi Bulgar olmayan toplulukların sayısı da 350 bin kadardı. Demek ki, ‘’Bulgar devletinin kurulması hazırlıklarının yapıldığı bölgede Bulgarlar çoğunluğu teşkil etmemektedirler.’’ Bu durum işgal sonrasını planlayan Rus Prens Panslavist Çerkaski’nin başkanlığında kurulan Bulgaristan Mülki İdare Teşkilatı’nca da tespit edilmişti. Örneğin Tuna Vilayeti’ne bağlı Ruscuk, Sofya, Tulça ve Varna sancaklarında Türkler; Vidin ve Tırnovo’da ise gayrimüslimler çoğunluktaydı. Diğer Hıristiyan unsurlar dışta tutulunca, hiçbir yerde Bulgarların, etnik bir grup olarak çoğunluğu sağlayamadıkları anlaşılıyordu. Tarihçi Turan, Bulgaristan Mülki İdare Teşkilatı’nın Tuna ve Edirne vilayetlerindeki Türkleri ve Müslümanları ‘’def etmeyi ve yok etmeyi’’ amaçlayan ‘’nüfus ihtilali’’nin, bölgenin bu demografik durumunun tespitiyle planlandığını belirtiyor. Açıkçası katliam ve sürgünlerin nedeni kurulacak Bulgar devletinin Slav çoğunluğa dayanması fikriydi ve önceden planlanmıştı. Savaş ve ardından yürütülen saldırılarla Türk nüfusun bir milyon kadarı topraklarından sürüldü. Bunun 515 bini sığındıkları topraklarda kaldı. Sığıntıların 105 bini Edirne’ye, 60 bini Selanik’e, 140 bini Kosova ve Manastır’a, 120 bini İstanbul’a, 90 bini de Anadolu’ya yerleştirildi. Bazıları da savaştan sonra geri döndü. Bulgaristan’ın 1887 yılı nüfus sayımına göre kalan Türklerin sayısı 672 bindi. Savaştan sonra da 52 bin Türk’ün Osmanlı Ülkesine göç ettiği kayıtlıydı. Bunlara Osmanlı ellerinde kalmış 515 bin de eklendiğinde, başlangıçtaki 1 milyon 500 bin rakamına ulaşmak mümkün oluyordu. Tarihçi Ömer Turan da Türk nüfusun savaştan sonra yarı yarıya azalarak 800 bin kişiye düştüğünü belirtiyor. Bunun 515 bini göçmen olarak Osmanlı Topraklarına yerleştirildiğine göre, 250 binden fazla (McCarthy’ye göre tamı tamına 261 bin) Türk’ün akıbeti meçhuldü.Meçhul değildi aslında, nüfus tablolarında ‘’telefat’’ hanesinde gösterildiğine göre, bu insanlar ölmüştü. Peki, bu kadar insan nasıl öldü? Bir kısmı kuşkusuz, savaşlarda ve çatışmalarda can vermişti. Ama ezici çoğunluğu katliama uğramıştı, sürgün sırasında açlık, hastalık ve soğuğa kurban gitmişti. VAHŞİ TÜMENBu katliamın sorumlusu Rus ordusu, bu ordunun Rus kazaklarından oluşturulmuş dehşetengiz birliği Vahşi Tümen ile Bulgar çeteleri idi. Vahşi Tümen, Rus düzenli ordusunun ardı sıra gelerek, Bulgar çetelerle işbirliği halinde Türk köylerine kıyım ve yağma saldırıları düzenlediler. Sivil halkın dehşete kapılıp korku içinde topraklarını terk etmeleri için her türlü şiddete ve rezilliğe başvurdular. Düzenli ordu da onlardan geri kalmadı; geçtikleri her yer ‘’çöle döndü’’.Bulgar çetelerinin sırtına ise daha da kirli görevler yüklenmişti. Osmanlı ordusunun ikmal yollarına sabotaj ve saldırılar düzenlemek sıradan işleriydi. Asıl görevleri köy basmak, tecavüz ve yağmaydı. Rusların cinayetten imtina ettiği durumlarda, kuşatılmış köylere girip kıyıma kalkışmaktı. Sürülenler geri dönmesin diye köyleri ve çiftlikleri yakıp yıkmaktı. Türklerin ‘’tarlalarını, evlerini, besi hayvanlarını ve her türlü mallarını ellerinden almak’’tı. En canice eylemleri ise savaş meydanlarındaki yaralı Osmanlı askerleri ve esirlere son darbeyi indirmekti.Yapılanlar öyle yaygındı ki, diplomatlar ve gözlemciler, yaşananların ‘’istisna değil, olağan’’ olduğunu bildiriyordu. Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün adlı yapıtında ‘’Olayların çoğunda Müslümanlara zulmeden Bulgarların sıradan köylüler olduğunu’’ söylüyor. ‘’Hatta bazen, halkı karma olan köylerde yüzyıllardan beri babaları dedeleri Müslümanlarla yan yana yaşamış olan köylülerdi. Bunların o çeşit eylemlere girişmelerinin nedeni, Müslümanlara karşı nefret ediyor olmaktan ya da milliyetçilikten çok, mal kapma hevesiydi.’’ O yüzden sadece Müslümanların değil, Yahudilerin de malları talan edildi.Savaştan önce ‘’Türk vahşeti’’ne ilişkin haberleri yapan Batılı gazetecilerin muhabirleri ortak bir bildiri kaleme almak gereğini duydular. Aralarında Times, New York Herald, Republique Français, Frankfurter Zeitung, Daily Telegraph gibi büyük yayın kuruluşlarının da bulunduğu 21 gazete ve derginin muhabiri ‘’Bulgaristan’ın suçsuz Müslüman ahalisine karşı işlenmiş insanlık dışı eylemlerin bir özetini imzaya bağlamayı görev’’ saymışlardı. Olaylardan Rus ordusunun sorumlu tutan gazeteciler ‘’kurbanların büyük çoğunluğunun kadınlarla çocuklar olduğunu’’ da bildiriyordu. Ayrıca bölgede görev yapan Batılı devletlerin konsolosları, bağlı oldukları bakanlıkları olaylar hakkında günü gününe bilgilendirmişlerdi. Örneğin Burgaz’daki İngiliz Konsolosu Brophy, ‘’Türk yönetiminin en kötü olmuş haline kıyasla dahi, sözde büyük bir Avrupa devletinin (Rusya) yönetimi altında durumun eskisine göre on kat daha fazla kötü olduğunu’’ görmüş ve pek büyük şaşkınlığa kapılmıştı. Edirne konsolosu Blunt, Türklerin yaşadığı kıyımları derlemişti. Bir başkası, ‘’Rusların kararlı benimsedikleri amacın, bütün Müslümanları ülkeden sürüp çıkarmak’’ olduğunu tespit etmişti. Bu tanıklıklar ve araştırmacı Bilal Şimşir’in yayımladığı sayısız İngiliz belgesi, bu büyük kıyımın büyük devletlerin gözü önünde işlendiğini gösteriyor.Kıyımın bir başka boyutu da Osmanlı uygarlığının izleriyle ilgiliydi. Ekrem Hakkı Ayverdi’ye göre bugünkü Bulgaristan topraklarında, Türk evleri ve dükkânları dışında, 3 bin 339 Osmanlı mimari eseri vardı. Bunların 2 bin 356’sı cami, 415’i eğitim yapısı, 174’ü tekke ve zaviye, diğerleri de han, hamam, hastane, çeşme, köprü gibi yapılardı. Çoğu savaş sırasında, geri kalanlar da savaştan sonra şehir planlarını bozdukları gerekçesiyle yerle bir edildi. Örneğin Filibe şehrinde 33, Sofya’da 82 cami bulunmaktaydı. Savaş sonrasında her iki şehirde de birer cami kalmıştı. Yüzyıllardır hakim unsur olarak yaşadıkları topraklar üzerinde Türkler, birdenbire azınlık durumuna düşmekle kalmamışlar, mal ve mülklerini, camilerini, okullarını, hatta mezarlıklarını bile kaybetmişlerdi.Gene de Bulgaristan’daki Türklerin sayısı, Bulgarlar için hala tehdit edici düzeydeydi. Bosna-Hersek’in bazı bölgelerinde, Balkan ülkelerinin gözlerini diktiği ve her birinin üzerinde hak iddia ettiği Makedonya (Kosova, Manastır, Selanik vilayetleri) ile Trakya’da ise Türk ve Müslümanlar mutlak çoğunluktaydı. Müslüman nüfusu rahatsız ederek uzaklaştırma siyaseti, o yüzden, savaştan sonra da devam etti. Makedonya’da sivil halka yönelik çete (çentiklerin) saldırılarının ardı arkası kesilmedi. Bulgaristan’ın 1885’de Doğu Rumeli’yi, Avusturya’nın da 1908’de Bosna-Hersek’i ilhakı üzerine, Hıristiyanların yönetimi altında bulunmayı kabul etmeyen Müslümanlar dalgalar halinde Türkiye’ye göçtü. Karadağ’da neredeyse tek bir Müslüman kalmadı. Öte yandan Ege adalarındaki Türkler de bir daha dönmemek üzere Anadolu’ya taşınıyordu. Örneğin Girit’te, 1821’de Türklerin sayısı 160 bindi. Bu sayı 1876’da 95 bine, 1897’den sonra 33 bine düştü. (Onlar da mübadelede göçmek zorunda kaldı.) Sonuçta bütün bu bölgelerden, savaştan sonra gerçekleşen göçlerle yaklaşık 340 bin kişi daha Osmanlı ellerine sığındı.Balkanlar’ın Müslüman nüfusu eriyordu. Son darbeyi Balkan Savaşları vuracaktı; ama bir farkla: Bu kez ÖLDÜRÜLENLERİN SAYISI GÖÇ EDEBİLENLERDEN, İSTANBUL VE ANADOLU’YA SIĞINABİLENLERDEN ÇOK DAHA FAZLA OLACAKTI.

27 Nisan 2015

SEN İVRİZ

Bu şiir Kemal GÖKER' in 1995 Karaman İvrizliler gününde ilk defa okuduğu, daha sonra Selçuk Üniversitesiyle birlikte hazırlanan İvriz belgeselinde yer alan, Yeditepe Üniversitesinde yapılan belgesel yarışmasında Türkiye 3.' sü olan bu şiiri ; İvrizde okuyan, okutan, öğreten, eğiten, Çalışan, oranın havasını solumuş, tüm ivrizliler' e ve ivriz' i sevenlere armağanıdır...

SEN İVRİZ

Sen rüzgar nedir bilmezsin
Rüzgarda bir çakıl taşının kurşun gibi
Camı delip geçtiğini
Çatıların uçtuğunu, ağaçların devrildiğini…
Buzu kırıp yüz yıkamayı, banyo yapmayı
Soba yanmayan altmış kişilik yatakhanede
Bir dağ başında yatmayı bilmezsin…
Sen ivriz’ de okumadın ki…
Sen ağaç sevgisi nedir bilmezsin
Çukur kazıp fidan dikip, sulayıp, çapalayıp
Meyvesini yemedin ki…
Sen sorumluluk nedir bilmezsin
Altı yedi yıl boyunca defalarca
Yemekhanede, fırında, atelyede, ziraatte
Nöbet tutmadın ki…
Sen saygı, sevgi nedir bilmezsin,
Bir sınıf üstündeki arkadaşına “ağabey” deyip
Ceketini düğmeleyip, elini cebinden çıkarıp
Selam vermedin ki…
Sen devlet malı nedir bilmezsin
Yemekhanede kırdığın bardağı
Atelyede kırdığın testereyi
Cebindeki harçlığından ödemedin ki…
Sen köy nedir bilmezsin
Onbir yaşında köyden gelip
Altı yedi yıl ivriz’ de okuyup
Tekrar köye dönüp
Yirmi yıl köyde öğretmenlik yapmadın ki…
Sen paylaşma duygusu nedir bilmezsin
Kooperatiften aldığın on beş kuruşluk
Bandırma ekmeği ikiye
Yemek masasında artan böreği sekize bölmedin ki….
Arkadaşınla ağlayıp arkadaşınla gülmedin ki…
Sen hoşgörü nedir bilmezsin
Altı yedi yıl boyunca Salih Ziya Büyükaksoy’ un
Din Derslerini, Tarım Derslerini dinlemedin ki…
Sen birlik ve beraberlik nedir bilmezsin,
Alevi' si, Sünni' si, Laz' ı, Çerkez' i, Kürt' ü, Türk' ü
Altı yedi yıl boyunca ,aynı kaplardan yemek yiyip
Aynı yatakhanede yatıp sabahleyin
Harmandalı, Sivas Halayı, Atabarı oynamadın ki…
Sen demokrasi nedir bilmezsin
Altı yedi yıl boyunca öğrenci teşkilatı başkanlık ve üyeliklerini
Akın, Fecir, Güven grubunda seçip seçilmedin ki…
Sen Atatürkçülük nedir bilmezsin
Altı yedi yıl boyunca Atatürk İlke ve Devrimlerini kendin yaşayıp
Ömrün boyunca yaşayıp yaşatmadın ki…
Sen öğretmenlik nedir bilmezsin.
Öncelikle on bir yaşında öğretmen olmaya
Karar vermedin ki…
Çocukları sevmedin
Günde en az on defa ”sen öğretmen olacaksın”,
“Örnek olacaksın” sözünü duymadın ki…
Son sınıfta Gaybi, Durlaz, Dedeköy’ de
Staj yapmadın ki…
Atama dilekçene Türk Bayrağının dalgalandığı her yerde
"Öğretmenlik yaparım" diye yazmadın ki…

KEMAL GÖKER
Altta Kemal Göker

3 Aralık 2015 Tarihinde Ege Üniversitesinde hasta  yatan Öğretmenimiz Hikmet Göksel ve Eşi Nevruze Gökseli Ziyaret ettik. Bu ziyarette Kemal Göker  de vardı.






KÖY ENSTİTÜLERİ
Onlar,
Köy çocuklarıydı.
Kurumuş çalılar gibiydiler bozkırda.
Kavrulmuş ekinler gibiydiler.
Geldiler,
Yalın ayakları
Ve
Yırtık mintanlarıyla geldiler,
Gönen’e, Aksu’ya, Kepirtepe’ye.
Ezilmiş, sömürülmüş, horlanmış
Ve
Unutulmuştular bin yıldır.
Ferhat oldular,
Yardılar İdris Dağını.
Gürül gürül akıttılar suyunu,
Hasanoğlan’a.
Köroğlu oldular,
Kafa tuttular Bolu Beylerine.
Yıktılar saltanatını ağaların.
Tolstoy’u Balzac’ı okudular koyun güderken.
Mozart’ı, Bethoven’i çaldılar dağ başlarında.
Moliere’i, Sophokles’i oynadılar.
Horon teptiler Beşikdüzü’nde kol kola.
Halay çektiler Yıldızeli’nde türkülerle.
Diz vurdular Ortaklar’da efece...
Siz,
Her gece,
Mehtaba çıkarken Heybeli’de,
Onlar,
Duvar ördüler,
Çatı çattılar.
Yıldızlara bakarak yaz geceleri,
Harman yerlerinde yattılar.
Kazma salladılar yorulmadan.
Kerpiç döktüler
Kerpiç.
Sızlanmadılar hiç.
Yakıştı nasırlı ellerine,
Kitap ve çekiç.
Başladı yurt harmanında imece...
Bir gece,
Karanlık inlerinden sinsice,
Brütüsler çıktı ansızın.
Çektiler zehirli hançerlerini,
Vurdular sırtlarından haince...
Çıktı mağaralarından yarasalar,
Çıktı halk düşmanları,
Üşüştü sülükler gibi üstümüze.
Emdiler kanımızı,
Doymadılar.
Yıktılar umudunu Türkiyemin.
Aydınlık bir Türkiye gelir aklıma,
Kalkınmış bir Türkiye gelir,
Köy Enstitüleri denince.

05 Nisan 2015

BAŞBAKAN YARDIMCISI BÜLENT ARINÇ 'I AĞLATACAK DOST MEKTUBU!

Burhan Özfatura'dan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ı ağlatacak bir mektup yazdı.

Eski İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkanı ve muhafazakar kesimin önde gelen isimlerinden Burhan Özfatura, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'a hitaben açık mektup yayınladı.  Özfatura mekdubunda, "Hepimiz görüyoruz ki; mutlu değilsiniz. Yüzünüz gülmüyor. İnanıyorum ki; bu tabloyu tasvip etmiyorsunuz. Vicdanınız kanıyor. Hatta zaman zaman, vicdanınızın sesi baskın çıkıyor, güzel şeyler söylüyor, tenkit yapıyorsunuz. Ama hemen, geri adım atıyorsunuz. Siz, AKP şablonuna uygun bir tip değilsiniz" dedi.

Bir dönem ANAP, bir dönem de DYP'den İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapan Burhan Özfatura, basın kurumlarına 'Kardeşim Bülent Arınç' diye başlayan açık mektubu gönderdi. Kendi kişisel blogunda da mektubu yayınlayan Özfatura, son zamanlarda çıkışlarıyla Ak Parti içinde gündem yaratan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'e seslendi. Geçmişte İzmir Defterdarlığı da yapan, muhafazakar kesimin önemli isimlerinden Özfatura, açık mektubunda şunları söyledi,

"Kardeşim, Bülent Arınç…


Sana, bu açık mektubu yazmak için, çok uzun süre düşündüm. Hep geciktirdim. Zira seni kırmaktan ve üzmekten çekindim. Seni çok sevdiğimi, sen de iyi bilirsin. Kırk yıla yakın, bir tanışıklığımız, dostluğumuz ve sevgimiz bulunmaktadır. Kaldı ki; sana minnet borcum da vardır. 1976'da, Defterdarlık görevinden aldıklarında; (güya burnumu sürtmek için) benden nefret eden bir tipe, hakkımda tahkikat yaptırmışlar. 31 adet suç icat etmişlerdi. Davalar, en yakın il olarak, Manisa'da görüldü. Ve sen, (bir kuruş bile talep etmeden) savunmamı üstlendin. Tümünde de beraat kararı çıkarttın. Bu iyiliğini, ölene kadar, unutmam mümkün değildir. Bu kırk yıl içinde; senin, ne kadar hassas, dürüst, mütevazi, ihlaslı, bilgili, haramdan korkan bir kişiliğe sahip olduğunu; yakından gördüm. Hiçbir görev, seni şımartmadı. Çıkarcı yapmadı. İşte bu yüzden; yıllardır AKP'nin ürettiği, rüşvet, yolsuzluk, yalan, iftira, baskı, zulüm, kıyım, torpil ve kayırma-yandaş olmayanı dışlama, israf, saltanat, hukuksuzluk, anti-demokratik düzen bataklığında olmana çok üzülüyorum."

Özfatura mektubuna defterdarlığından gelen alışkanlıkla maddeler halinde şöyle devam etti:

"1) Bunun, vefa gerekçesi ile izahı, mümkün olamaz. Zira, senin kimseye (başta Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Abdullah Gül olmak üzere) böyle bir borcun olamaz. Aksine; senin desteğinle bir yerlere gelenlerin, sana vefa borcu vardır.

2) Yine, "bu kötü gidişe, çöküşe engel olmak için, kaldım" da diyemezsin. Zira, AKP'de (kimseye önem vermeyen, istişare yapmaya tenezzül etmeyen, çevresinin dalkavuklarla çevrilmesinden (hatta şirke giren tavır ve sözler sergilemesinden) rahatsız olmayan, herkesi konu mankeni gibi gören, hukuk düzenini ve demokrasiyi hiçe sayan, ülkeyi kendi şirketi gibi yürütmeyi arzu eden) tek bir otorite mevcuttur. Bu otorite; bugüne kadar, sen dahil-kimseye söz hakkı ve inisiyatif tanımış mıdır? Bundan sonra da tanıması mümkün müdür? Kaldı ki, her fırsatta, senin karizmanı çizme gayreti yok mudur?

3) Eminim ki, mevcut tablo, seni de çok üzüyordur;

a) Hani, yokluklarla, yasaklarla, yolsuzluklarla, mücadele edilecekti? Şu anda, hepsi zirve yaptı.

b) Hani, bir 'dava' edebiyatı vardı. İnancımıza hizmet edilecekti?

Şu an; toplum tam anlamı ile dejenere oldu. Milli ve manevi değerlerimiz yozlaştırıldı. Fuhuş, kumar, alkol, kaçakçılık, sapıklık, uyuşturucu, rüşvet, torpil, yolsuzluklar, zulüm, kıyım, iftira, baskı, kul hakkına tecavüz, kamu malına el uzatma, haramzadelik, lüks, israf, saltanat, görgüsüzlük, gasp, hırsızlıklar, cinayetler, kadına şiddet vb. zirve yaptı.

Anketlere göre; AKP iktidara geldiğinde, beş vakit namaz kılanların oranı %40 idi. Şimdi %18'e indi. Bunda en büyük vebal, partinize aittir. (İmam hatip öğrencileri arasında, bu oran, maalesef %13'dür.)

Kula kul olmak yaygınlaştı. ABD'nin projesi, 'Ilımlı İslam' gerçekleştirildi. Ve Diyanet susturuldu. Suç ortağı haline getirildi.

c) Hani, 'Tek Vatan, Tek Bayrak, Tek Dil' deniliyordu? Hani; 'teröristle masaya oturan şerefsizdi'?

Peki, niçin ülkenin büyük bölümü, terör örgütüne teslim edildi? Niçin, her türlü taviz verildi? Niçin, KCK ve PKK operasyonları durduruldu? Niçin, İmralı'daki cani, bu kadar parlatıldı?

d) Nedir bu, gurur, kibir, enaniyet, dünya hırsı? Nerede, hukuk düzeni, demokrasi, fikir, ifade, inanç ve teşebbüs hürriyetleri, kul hakkına saygı, can, mal ve namus güvenlikleri?

Ülkede; bozulmadık, dejenere edilmedik, işgal edilmedik bir kurum kaldı mı? Halk, niçin sizlerden, bu kadar nefret etmektedir?

O; büyük, zor ve dehşetli 'hesap gününde', havuz medyası, mal, mülk ve dalkavukların bir işe yaraması mümkün müdür?

Sevgili kardeşim; dün geçti, yarın meçhul. Tek imkân, bugünü değerlendirmektir. Bu açıdan, '7 Haziran sonrası' filan demeyin. Kendinizi, bir an önce, bu günah çukurundan kurtarın. Daha fazla suç ortaklığı etmeyin. Suçluları ve suçları savunmayın. Bu zulüm düzenine destek olmayın. Aksine; halkın uyanması için, gayret edin. Gerçekleri anlatın.

Hepimiz görüyoruz ki; mutlu değilsiniz. Yüzünüz gülmüyor. İnanıyorum ki; bu tabloyu tasvip etmiyorsunuz. Vicdanınız kanıyor. Hatta zaman zaman, vicdanınızın sesi baskın çıkıyor, güzel şeyler söylüyor, tenkit yapıyorsunuz. Ama hemen, geri adım atıyorsunuz.

Siz, AKP şablonuna uygun bir tip değilsiniz. 'Haram-helal ver Allahım. Kulun doymaz yer Allahım' diyemezsiniz.

Kurtulun bu vebalden. Size yakışanı yapın. Aslınıza dönün. Ebedi hayatınızı daha fazla, riske atmayın. Kırın zincirlerinizi.

Sevgilerimle…"

İkinci El Araç Alım Satımında Kullanılan Computest Cihazları Hakkında Bilgi Almak isterseniz Burayı tıklayın.

Gerçek Müslümanlığı özümsemiş, öyle yaşayan herkesin bu öz eleştiriye kulak vermesi için   uyarıyı yapan Sayın  BURHAN ÖZFATURA ' yı kutluyorum.
  İslama hizmet; islamiyetin gereklerini her kesime, en yumuşak ve inandırıcı bir dille hatırlatmak ve uymalarını istemektir..
Alıntı